
Besmele, hamdele ve salat-ü selamdan sonra… Dünkü mevzumuza kaldığımız yerden devam edelim: Bütün Müslümanların yekvücut olmasını sağlayan Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra bir daha toparlanamaması için ilk hedef alınanlar yine tarikat şeyhleri ve âlimler olmuştur. Nicesi asılmış veya sürgün edilmiştir. İslam’ın hiçbir nişanesine tahammül edilmediği, İslami ilimlerin yasaklandığı, Kur’an-ı kerim okumanın bile suç sayıldığı, ezanın Türkçe okunmaya zorlandığı, İstiklal Mahkemeleri’nin engizisyon mahkemelerine döndüğü ağır baskı ve zulüm zamanlarında yine Müslümanların sığınağı tarikatlar olmuştur. Maddi ve manevi buhranların had safhaya ulaştığı merhalelerden günümüze İslam’ı taşıyan, Müslümanların birlik ve beraberliğini imkân nispetince muhafaza eden tarikatlar ve cemaatlerdir. Sadece Türkiye’de değil İslam coğrafyasının tamamında durum aynıdır. Birkaç misal vermek gerekirse; Afrika’da sömürgecilere direnmekte ve Müslümanların istiklalini temin etmekte en büyük pay Ticanî tarikatına aittir. Hindistan ve Pakistan havalisinde Müslümanları toparlayan Nakşî ve Çeştî tarikatlarıdır. Anadolu ve Ortadoğu’da işgale karşı mukavemet etmekte Nakşîler ve Kadirîler başı çekmiştir. Halid-i Bağdadî hazretlerinin halifesi, Kafkas kartalı Şeyh Şamil’i, Afrika’da çöl kartalı Ömer Muhtarı zikretmeden geçsek ayıp olur. Hulasa; sulh zamanlarında sükûnetle tanınan dervişler savaş vakti amansız mücahitler oluvermişlerdir. Bahusus Müslümanların dünyaya hâkim oldukları son bin sene olan Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ümmeti toparlayanlar, tarikat büyüklerini baştacı yapan ve onların terbiyesinden geçen şanlı ecdadımız olmuştur. Bu gerçeklere sırt çevirip ehli tasavvufu tefrikanın mes’ulü gibi göstermek insafsızlıkta sınır tanımamak demektir. Bir kere ihtilafın ve tefrikanın menşeini, sebebini iyi tesbit etmek gerekir ki yanlış neticeye varılmasın. Tefrika, ya haktan saparak yanlış fikirlere kapılmakla olur. Şii ve Vehhabi fırkalarının ümmeti parçalaması gibi. Ya da hak üzere olduğu halde nefse uyarak, kendini beğenip üstün görerek ve kibirlenerek parçalanmaya sebeb olmak. Umumiyetle amelde sünnet çizgisine riayet etmeyen cemaatlerde olduğu gibi. Dolayısıyla temelini nefse muhalefetin ve benliği yok etmenin oluşturduğu tarikatları tefrikaya sebep göstermek doğru olmaz. Tarikatta ilk adım kendini yok bilmek ve bütün müminleri kendinden üstün tutmaktır. Tarikatlar tevazunun ve nefis terbiyesinin mektepleridir. “Fena fi’l-ihvan” (kardeşlerde fani olmak) birinci basamaktır. Nakşi büyüklerinden İsmet Ğaribullah Hazretleri’nin (Kuddise Sirruhu) buyurduğu gibi; Kamu müminleri kendinden efdal, Gerek bilmek ki ola sülûk eshel. “Bütün müminleri kendinden daha faziletli bilmek gerek ki, manevi yürüyüş kolay olsun.” Mayasını bu anlayışın oluşturduğu tarikatların tefrikaya değil vahdete (birliğe) vesile olacağı muhakkaktır. Peki! Bütün tarikatlar böyle midir? denilirse… Elbette her müesseseyi istismar edenler olduğu gibi tarikat müessesesini de istismar edenler olmuştur. Peygamber olmadığı halde peygamberlik, mehdi olmadığı halde mehdilik müesseselerini menfaat devşirme aracı yapanlar olduğu gibi bakanlık, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı müesseselerini de kötüye kullananlar olmuştur. Buradan hareketle mezkür makamlara düşman olmak akıl karı değildir. Binaenaleyh, tarikatı hokkabazlığa çevirenlere de itibar etmemeli daima işin ehlini bulmaya gayret etmelidir. Nitekim Rum suresi 41. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “İnsanların ellerinin kazanmış olduğu (kötü) şeyler(in uğursuzluğu) sebebiyle karada ve denizde fesat (ve bozgunlar) belirmiştir.” Şunu da belirtmek gerekir ki; birliği sağlamak adına yanlışı, haktan sapmayı hoş görmek, Ehlisünnet dışı sapık fırkalara meyletmek asla caiz olmaz. Bilakis birliğin adresi Ehlisünnet akidesidir. Mevla Teâlâ, cümle Ümmet-i Muhammedi Ehlisünnet yolunda ve Allah dostlarının etrafında birleştirsin. Âmin…
ŞEFİK KOCAMAN HOCAEFENDİ VAHDET GAZETESİ 07,04,2016
0 yorum:
Yorum Gönder