[Aksine tutum sergilersek?]
Meseleleri yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız usul çerçevesinde tahlil etmezsek bazı çelişik durumlara düşmemiz kaçınılmaz olur. Sözgelimi önümüze gelen her bir rivayeti, senedi açısından tahlile tabi tutmayıp, mahza onu rivayet edenin büyük bir şahsiyet oluşundan hareket ettiğimizde burada sıralayacağımız sorulara cevap aramak zorunda kalacağız. Zira bu büyüklerin kitaplarında karşılaştığımız rivayetler her zaman fedaille ilgili olmayacaktır.
Bu kitaplarda yer alan bir kısım rivayetler bazı zaman aleyhimizde olacak ve akidemizi üzerine tesis ettiğimiz esasları dahi zedeleyici şeyler olabilecektir. Lehimize olan rivayetleri alıp aleyhimize olan rivayetleri bırakırız diyecek olursak hem iddiamızdan dönmüş olacak, hem de Kerrâmiye’nin görüşüne gitmiş olacağız. Zira ehl-i sünnet bir hadiseyi sübûtî açıdan incelemeye tabi tuttuğunda onun içeriğinden daha ziyade hakikaten sabit olup olmadığına bakar. Eğer bu rivayet sabit değilse manası ne kadar güzel şeyler ihtiva ederse etsin bunu Hz. Peygamber ﷺ’e nispet etmez.
Bahsini yaptığımız sorular filhakika tadadı mümkün olan benzer sorulardır. Biz bunlardan bir kaçını burada serdedelim:
I. İsmail Hakkı Bursevi hazretleri, gerek fıkıhta ve gerekse de tefsir gibi ilimlerde maharetiyle tanınan bir İslam büyüğüdür. Bununla birlikte muhaddisler onun “Ruhu’l-Beyan” isimli tefsirinde hadis kıstaslarına göre “mevzu” sayılan bir takım rivayetlere yer verdiğini tespit etmişlerdir. Peki, bu durumda ne yapacağız? Ya İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin bunları manen Resulüllah ﷺ ’tan aldığını söyleyeceğiz ki buna dair elimizde somut bir delil yoktur.
Yani İsmail Hakkı Hazretleri, kitabının baş tarafı veya her hangi bir tarafında yahut rivayetlerin başlangıcında Resulullah ﷺ ’ı rüyada yahut keşifte görerek bu hadisleri ondan aldığını tasrih etmemektedir. Kaldı ki naklettiği bu rivayetler zaten kendisinden önce mevzu oldukları tespit edilmiş hadislerdir. İkinci bir ihtimal olarak; eserinde kasten mevzu rivayetlere yer verdiğini söyleyeceğiz ki bunun şeran haram ve büyük günah olduğunu geride belirtmiştik.
O zaman da büyük bir günahı bu büyük veliye isnat etmiş olacağız ki böyle bir şeyden Allah (Azze ve Celle) ’a sığınırız. Kendisine ait “Şerh-i Kebâir” isimli eserinde yirmi dördüncü büyük günah olarak “Peygamber ﷺ ’e yalan uydurmayı sayan İsmail Hakkı’ Hazretlerinin şu sözleri bizatihi kendisine aittir: “Resulullah Aleyhisselam üzerine kasten yalan uydurmak dahi büyük günahlardandır. Ve belki küfürden sonra büyük günahların da en büyüklerindendir. Nitekim (bu) Usul-i hadiste açıklanmıştır ve hadiste gelir: “Muhakkak bana yalan uydurmak başkasına yalan uydurmak gibi değildir. Kim bana yalan uyduracak olursa ateşte oturacağı yeri hazırlasın”. Zira yalan nevilerinin en büyüğü Allah üzerine yalan uydurmak ve ondan (sonra da) Resulullah üzerine yalan uydurmaktır. Zira bu yalan İslam kaidelerini yıkmak ve Şeriatı ifsat etmeye götürür.
(…) Hadisin vaidi korkusundan sahabe, tabiin ve sair etbadan ziyade takva olanlardan Hz. Sıddîk ve Hazreti İmam-ı Azam Rahimehullahu Teâlâ ve bazı Meşayih gibi hadis rivayeti az vaki olmuştur. Hatta Sıddîk’ın çok beraberliği var iken bütün rivayetleri yüz kırk ikidir demişlerdir.
(…) Bazı büyükler buyurmuşlardır: Hevaya uymanın alameti nafileye müsaraat ve farzı terktir. Ve bir amel için sevap ve fazilet beyan ve vaz etmek Enbiya’ya (Aleyhimusselam) mahsustur. Zira onlar amellerin ecirlerini ve zikirlerin faziletlerini ilahi vahiyle bilirler. Ve o nesne ki vahye bağlıdır, akılların tahminiyle hâsıl olmaz. Onun için amellerin faziletleri ve zikirler babında hadis uyduranlar cahil ve müfteri olurlar. Buna binaen bazı büyük âlimler buyurmuşlardır ki; “Eğer kılıç ve mızrağa kadir olaydım, küffar-ı mecûse (karşı) savaşı bırakıp hadis uyduranlarla savaşırdım. Bundan anlaşıldı ki; hadis uyduranlar küffar-ı mecustan beterdir. Ve böyle tağlizden ötürü hadis uydurmayı büyük günahların en şiddetlilerinden addetmişlerdir.
(…) Yine Usul-i Hadiste gelir ki; Bir hadisin mevzu olduğu malum olduktan sonra onu rivayet etmek haramdır. Bu hadis mevzudur diye açıklamak içinse müstesna. Zira hadiste gelir: “Kim yalan olduğunu -zan derecesinde de olsa- bildiği halde benden bir hadis aktarırsa o iki yalancıdan birisidir.” Bunun zahirinden anlaşılır ki hadisin lehte ve aleyhte olması birdir. Zira zikredilen hadisteki “hadis” kelimesi mutlaktır. Hadis zayıf ise böyle değildir…”[89]
Bu ifadeleri yazan birisinin başka bir eserinde muhaddislerin “mevzu” dedikleri bir kısım rivayetlere yer vermesini nasıl anlamalıyız? Buna göre önümüze bazı ihtimaller çıkmaktadır: Müellif hazretleri ya bunları kasıtlı olarak eserine almıştır ki kendisinin takva ve veraı böyle bir şeye imkân vermemektedir. Yahut muhaddislere göre “mevzu” olan rivayetler kendisine göre mevzu değildir. Bu durumda da rivayet ettiği hadislerle ilgili olarak bu davayı ispatlayıcı mevcut bir tahlilini bulamıyoruz. Yahut müellif hazretlerinin kendisine ait bir usul-i hadisi vardır ve bu usule göre hadisleri değerlendirmektedir.
Yukarıda bir kısmı aktarılan ifadeleri bunu inkâr etmektedir. Çünkü kendisinin verdiği kaideler bütün ümmetin usul-i hadis olarak telakki ettiği kavaidin aynısıdır. Şu halde cevap nedir? İmam el-Kevserî gibi âlimler, İsmail Hakkı Hazretlerini mahir olduğu meziyetleriyle ilgili bir hayli övdükten sonra eserindeki nakiller konusunda sıhhat ve zaaf ayrımına gitmemekle tanıtır. [90] Şimdi, koca bir ehl-i sünnet âliminden yine büyük bir ehl-i sünnet âlimini böyle tavsif etmesini onu ayıplama, eserini beğenmeme, kusur arama ve tahkir etme olarak anlayabilir miyiz?
Eğer bunu böyle anlayacak olursak İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin yukarıda alıntılarda bulunduğumuz eserindeki şu ifadelerine ne diyeceğiz? “(Hadis uydurma sebeplerinin Ö.F.K) Üçüncüsü ifrat-ı taassuptur. Bazı mukallitlerin hali gibi. Nitekim İmam Salebi, Übey b. Kâb’tan Kur’an sürelerinin faziletleri hakkında uzun hadis irat etmiş, İmam Vahidi dahi ona tabi olmuş ve onun mezhebini kuvvetlendirmiştir. Onun için (buna) taassup denildi. Zira başkasının mezhebini kuvvetlendirmek onun hasmından intikam içindir. Sonra Zemahşerî Vâhidî’ye, Beyzâvî, Zemahşerî’ye, Semerkandî, Ebu’s-Suud ve benzerleri Beyzavî’ye uyup hepsi tefsirlerinde Kur’an süreleri hakkında olan mevzu hadisleri getirmişlerdir.” [91]
Görüldüğü gibi bu ifadelerinde İsmail Hakkı Hazretleri, muteber tefsirlerin sahiplerini mukallit olmak, mevzu hadis rivayet etmekte bir birlerine tabi olmakla nitelemektedir. İsmail Hakkı Hazretlerinin bu ifadeleri, ismi sayılan bu âlimler hakkında ne kadar tenkis ifade eden bir niteleme anlamına geliyorsa İmam el-Kevserî’nin İsmail Hakkı Hazretleri hakkındaki ki tavsifi de o kadar bu anlama gelecektir. Oysa ortada bir ayıplama yoktur. Bilakis ortada olan tek şey; Hz. Peygamber ﷺ ’in “ İnsanları menzilelerine indiriniz” [92] şeklindeki kavl-i şerifinin mucebiyle amel eden âlimlerimizin birbirlerinin alanlarını belirlemeleridir.
(Devam edecek)
ÖMER FARUK KORKMAZ------------------------------------[89] İsmail Hakkı Bursevi, “Kitabu Şerh-i Kebâir”, Süleymaniye Kütüphanesi, Kısmı: H.Hüsnü Paşa, Eski Kayıt No: 1200, V. 44-46-47[90] Muhammed Zahid el-Kevserî, “Makâlât”, s. 481, el-Mektebetu’l-Ezheriyyetu li’t-Türâs, 2009[91] İsmail Hakkı Bursevi, “a.g.e.”, V.47[92] Ebu Davud, “Sünen”, Kitabu’l-Edeb, No: 4844
Meseleleri yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız usul çerçevesinde tahlil etmezsek bazı çelişik durumlara düşmemiz kaçınılmaz olur. Sözgelimi önümüze gelen her bir rivayeti, senedi açısından tahlile tabi tutmayıp, mahza onu rivayet edenin büyük bir şahsiyet oluşundan hareket ettiğimizde burada sıralayacağımız sorulara cevap aramak zorunda kalacağız. Zira bu büyüklerin kitaplarında karşılaştığımız rivayetler her zaman fedaille ilgili olmayacaktır.
Bu kitaplarda yer alan bir kısım rivayetler bazı zaman aleyhimizde olacak ve akidemizi üzerine tesis ettiğimiz esasları dahi zedeleyici şeyler olabilecektir. Lehimize olan rivayetleri alıp aleyhimize olan rivayetleri bırakırız diyecek olursak hem iddiamızdan dönmüş olacak, hem de Kerrâmiye’nin görüşüne gitmiş olacağız. Zira ehl-i sünnet bir hadiseyi sübûtî açıdan incelemeye tabi tuttuğunda onun içeriğinden daha ziyade hakikaten sabit olup olmadığına bakar. Eğer bu rivayet sabit değilse manası ne kadar güzel şeyler ihtiva ederse etsin bunu Hz. Peygamber ﷺ’e nispet etmez.
Bahsini yaptığımız sorular filhakika tadadı mümkün olan benzer sorulardır. Biz bunlardan bir kaçını burada serdedelim:
I. İsmail Hakkı Bursevi hazretleri, gerek fıkıhta ve gerekse de tefsir gibi ilimlerde maharetiyle tanınan bir İslam büyüğüdür. Bununla birlikte muhaddisler onun “Ruhu’l-Beyan” isimli tefsirinde hadis kıstaslarına göre “mevzu” sayılan bir takım rivayetlere yer verdiğini tespit etmişlerdir. Peki, bu durumda ne yapacağız? Ya İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin bunları manen Resulüllah ﷺ ’tan aldığını söyleyeceğiz ki buna dair elimizde somut bir delil yoktur.
Yani İsmail Hakkı Hazretleri, kitabının baş tarafı veya her hangi bir tarafında yahut rivayetlerin başlangıcında Resulullah ﷺ ’ı rüyada yahut keşifte görerek bu hadisleri ondan aldığını tasrih etmemektedir. Kaldı ki naklettiği bu rivayetler zaten kendisinden önce mevzu oldukları tespit edilmiş hadislerdir. İkinci bir ihtimal olarak; eserinde kasten mevzu rivayetlere yer verdiğini söyleyeceğiz ki bunun şeran haram ve büyük günah olduğunu geride belirtmiştik.
O zaman da büyük bir günahı bu büyük veliye isnat etmiş olacağız ki böyle bir şeyden Allah (Azze ve Celle) ’a sığınırız. Kendisine ait “Şerh-i Kebâir” isimli eserinde yirmi dördüncü büyük günah olarak “Peygamber ﷺ ’e yalan uydurmayı sayan İsmail Hakkı’ Hazretlerinin şu sözleri bizatihi kendisine aittir: “Resulullah Aleyhisselam üzerine kasten yalan uydurmak dahi büyük günahlardandır. Ve belki küfürden sonra büyük günahların da en büyüklerindendir. Nitekim (bu) Usul-i hadiste açıklanmıştır ve hadiste gelir: “Muhakkak bana yalan uydurmak başkasına yalan uydurmak gibi değildir. Kim bana yalan uyduracak olursa ateşte oturacağı yeri hazırlasın”. Zira yalan nevilerinin en büyüğü Allah üzerine yalan uydurmak ve ondan (sonra da) Resulullah üzerine yalan uydurmaktır. Zira bu yalan İslam kaidelerini yıkmak ve Şeriatı ifsat etmeye götürür.
(…) Hadisin vaidi korkusundan sahabe, tabiin ve sair etbadan ziyade takva olanlardan Hz. Sıddîk ve Hazreti İmam-ı Azam Rahimehullahu Teâlâ ve bazı Meşayih gibi hadis rivayeti az vaki olmuştur. Hatta Sıddîk’ın çok beraberliği var iken bütün rivayetleri yüz kırk ikidir demişlerdir.
(…) Bazı büyükler buyurmuşlardır: Hevaya uymanın alameti nafileye müsaraat ve farzı terktir. Ve bir amel için sevap ve fazilet beyan ve vaz etmek Enbiya’ya (Aleyhimusselam) mahsustur. Zira onlar amellerin ecirlerini ve zikirlerin faziletlerini ilahi vahiyle bilirler. Ve o nesne ki vahye bağlıdır, akılların tahminiyle hâsıl olmaz. Onun için amellerin faziletleri ve zikirler babında hadis uyduranlar cahil ve müfteri olurlar. Buna binaen bazı büyük âlimler buyurmuşlardır ki; “Eğer kılıç ve mızrağa kadir olaydım, küffar-ı mecûse (karşı) savaşı bırakıp hadis uyduranlarla savaşırdım. Bundan anlaşıldı ki; hadis uyduranlar küffar-ı mecustan beterdir. Ve böyle tağlizden ötürü hadis uydurmayı büyük günahların en şiddetlilerinden addetmişlerdir.
(…) Yine Usul-i Hadiste gelir ki; Bir hadisin mevzu olduğu malum olduktan sonra onu rivayet etmek haramdır. Bu hadis mevzudur diye açıklamak içinse müstesna. Zira hadiste gelir: “Kim yalan olduğunu -zan derecesinde de olsa- bildiği halde benden bir hadis aktarırsa o iki yalancıdan birisidir.” Bunun zahirinden anlaşılır ki hadisin lehte ve aleyhte olması birdir. Zira zikredilen hadisteki “hadis” kelimesi mutlaktır. Hadis zayıf ise böyle değildir…”[89]
Bu ifadeleri yazan birisinin başka bir eserinde muhaddislerin “mevzu” dedikleri bir kısım rivayetlere yer vermesini nasıl anlamalıyız? Buna göre önümüze bazı ihtimaller çıkmaktadır: Müellif hazretleri ya bunları kasıtlı olarak eserine almıştır ki kendisinin takva ve veraı böyle bir şeye imkân vermemektedir. Yahut muhaddislere göre “mevzu” olan rivayetler kendisine göre mevzu değildir. Bu durumda da rivayet ettiği hadislerle ilgili olarak bu davayı ispatlayıcı mevcut bir tahlilini bulamıyoruz. Yahut müellif hazretlerinin kendisine ait bir usul-i hadisi vardır ve bu usule göre hadisleri değerlendirmektedir.
Yukarıda bir kısmı aktarılan ifadeleri bunu inkâr etmektedir. Çünkü kendisinin verdiği kaideler bütün ümmetin usul-i hadis olarak telakki ettiği kavaidin aynısıdır. Şu halde cevap nedir? İmam el-Kevserî gibi âlimler, İsmail Hakkı Hazretlerini mahir olduğu meziyetleriyle ilgili bir hayli övdükten sonra eserindeki nakiller konusunda sıhhat ve zaaf ayrımına gitmemekle tanıtır. [90] Şimdi, koca bir ehl-i sünnet âliminden yine büyük bir ehl-i sünnet âlimini böyle tavsif etmesini onu ayıplama, eserini beğenmeme, kusur arama ve tahkir etme olarak anlayabilir miyiz?
Eğer bunu böyle anlayacak olursak İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin yukarıda alıntılarda bulunduğumuz eserindeki şu ifadelerine ne diyeceğiz? “(Hadis uydurma sebeplerinin Ö.F.K) Üçüncüsü ifrat-ı taassuptur. Bazı mukallitlerin hali gibi. Nitekim İmam Salebi, Übey b. Kâb’tan Kur’an sürelerinin faziletleri hakkında uzun hadis irat etmiş, İmam Vahidi dahi ona tabi olmuş ve onun mezhebini kuvvetlendirmiştir. Onun için (buna) taassup denildi. Zira başkasının mezhebini kuvvetlendirmek onun hasmından intikam içindir. Sonra Zemahşerî Vâhidî’ye, Beyzâvî, Zemahşerî’ye, Semerkandî, Ebu’s-Suud ve benzerleri Beyzavî’ye uyup hepsi tefsirlerinde Kur’an süreleri hakkında olan mevzu hadisleri getirmişlerdir.” [91]
Görüldüğü gibi bu ifadelerinde İsmail Hakkı Hazretleri, muteber tefsirlerin sahiplerini mukallit olmak, mevzu hadis rivayet etmekte bir birlerine tabi olmakla nitelemektedir. İsmail Hakkı Hazretlerinin bu ifadeleri, ismi sayılan bu âlimler hakkında ne kadar tenkis ifade eden bir niteleme anlamına geliyorsa İmam el-Kevserî’nin İsmail Hakkı Hazretleri hakkındaki ki tavsifi de o kadar bu anlama gelecektir. Oysa ortada bir ayıplama yoktur. Bilakis ortada olan tek şey; Hz. Peygamber ﷺ ’in “ İnsanları menzilelerine indiriniz” [92] şeklindeki kavl-i şerifinin mucebiyle amel eden âlimlerimizin birbirlerinin alanlarını belirlemeleridir.
(Devam edecek)
ÖMER FARUK KORKMAZ------------------------------------[89] İsmail Hakkı Bursevi, “Kitabu Şerh-i Kebâir”, Süleymaniye Kütüphanesi, Kısmı: H.Hüsnü Paşa, Eski Kayıt No: 1200, V. 44-46-47[90] Muhammed Zahid el-Kevserî, “Makâlât”, s. 481, el-Mektebetu’l-Ezheriyyetu li’t-Türâs, 2009[91] İsmail Hakkı Bursevi, “a.g.e.”, V.47[92] Ebu Davud, “Sünen”, Kitabu’l-Edeb, No: 4844
Yazar: Ehli Sünnet Vel Cemaat Müdafaa
0 yorum:
Yorum Gönder