
[Tasavvuf ve Hadis]
Hadis tarihi incelendiğinde tasavvuf meşrepli büyüklerle hadisle iştiğal eden ulemamız arasında bir takım anlaşmazlıklar olduğu görülecektir. Amel konusunda ileri seviyede olan selef içerisindeki salih insanlar, Hz. Peygamber ﷺ’in söylediğini duydukları her sözü hüsnü zanlarına binaen hadis olarak algılamışlar ve kendi ihtisas alanları olan “amel etme” boyutuyla ilgilenmişlerdir. Evet, o büyüklerimizin alanı amel etmektir ve onlar bu konuda normal bir beşerin takatini dahi aşacak seviyeye ulaşmışlardır. Hadisin isnadını sorgulamak ise muhaddislerin işidir. Onların da ihtisas alanı budur.[42]
Bizim bu noktada öncelikle şunu belirlememiz lazım: Bir insanın amelinin ve zühdünün çok olması onun her alanda mahir ve mütehassıs olmasını iktiza etmez. Bunun aksini düşünmek tabiat ve fıtrata ters bir şeydir. Söz gelimi, hasta olduğumuzda bizi tedavi edecek olan mahir bir doktorun yanında şifamızı aramamız neyse her hangi bir hadisin sıhhatiyle ilgili bir müşkilimiz olduğunda bu istifhamımızın cevabını da bir hadisçinin eserinde aramamız odur. Bu da bir nevi bu konudaki cehalet marazımızın tedavisinden ibarettir. Aksi tutum sergilememiz kalenin sadece bir yanında sıkı güvenlik önlemleri alıp yine bizim olan bu muhkem yapının faklı bir cephesinde nöbet tutan muhafızlarımızı kendi ellerimizle katlederek düşmanın kolayca içeriye girmesini sağlamaktan öteye geçmez.
“Hadisçiler ne anlar bu işten yahut herkes her şeyi bilecek değil” gibi söylemlerle muhaddisler için söylediğimiz tarizkâr cümleler inanın bizi zayıflatmaktadır. Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız gibi hadisçiler bizlerin Hz. Peygamber ﷺ’in kendisine yalan uyduranlarla ilgili tehditlerine düçar olmamamız için gayret etmişlerdir. Onların gayreti, bu dini asr-ı saadetteki özlüğüyle muhafaza edebilmek ve bir beden mesabesinde olan bu İslam bünyesinin içerisine en ufak bir bidat mikrobunun bulaşmaması için çaba sarf etmekten ibarettir.
Bütün bunlara rağmen her ikisi de bu din için önemli bir vazifeyi üstlenmiş olan mutasavvıflar ve muhaddisleri ayrı dünyaların insanları gibi göstermek, bir bedende hayati vazifeleri üstlenmiş beyinle kalbi ayrı bedenlerin organları gibi göstermekten farksızdır. Zerruk’ tan da yukarıda naklettiğimiz gibi yapmamız gereken şudur: tefsiri müfessirden, hadisi muhaddisten, tasavvufu mutasavvıftan, fıkhı fakihten, kelamı mütekellimden almak.
[Zahidler ve hadis uydurma faaliyetleri]
Tarihin farklı kesimlerinde muhtelif sebeplerde hadis uydurma faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Kimileri mezhebini teyit etmek, İslam’a saldırmak, için hadisler uydururken kimileri de iğrab/insanları şaşırtacak cinsten haberler üretme gayesiyle hadisler uydurmuşlardır. Bazı kesimler de şöhret maksadıyla bu işe kalkışmışken diğer bazıları da bu işi bir ekmek teknesi olarak kullanmışlardır.[43] Mehdi Abbâsi döneminde asılarak öldürülen Abdülkerim b. Ebi’l-Avcâ, Halid b. Abdillah el-Kasrî’nin öldürüp yaktığı Eban b. Sem’ân en-Nehdî gibileri bunlardan sadece bir iki tanesidir.[44]
İmam en-Nevevi, Zühde nispet edilen kimselerin hadis uydurmasının “vaz’” türünün en zararlısı olduğunu söyler. Zira böyle kimselerin uydurdukları hadislerin kendilerine duyulan güvenden dolayı anlaşılması kolay olmamaktadır.[45] İnsanlar, onlara olan güvenlerinden dolayı kendilerinden hadis olduklarını duydukları sözleri incelemeye tabi tutmaksızın Peygamber ﷺ’e nispet etmekte tereddüt etmemektedirler. Bunun için büyük Muhaddis Yahya b. Sâid el-Kattân (r.a) “Salihlerin hadisten daha çok başka bir konuda yalancı olduklarını görmedik” demiştir.[46] Ve bundan dolayı ameliyle zühdüyle ön safhada olup bununla birlikte münker rivayetleri çokça nakletmesiyle meşhur olan el-İfrîkî gibileri cerh tadil ilminde “zayıf” olarak nitelendirilmiştir.[47]
Bu noktada şunun da üzerinin çizilmesi gerekir: Arapçasını “kizb yahut kezib olarak telaffuz ettiğimiz ve Türkçeye de “yalan”olarak çevirdiğimiz eylemi şu şekilde kısımlandırmamız gerekmektedir: Mutlak manada “kezib” dediğimiz şey bir sözün vakıa mutabık olmamasıdır. Yani bir insan bir şeyi iddia ediyorsa ve bu iddiası gerçeği yansıtmıyorsa buna “kezib/yalan” denir. Buraya kadar tarif ettiğimiz kezib genel anlamdaki kezibtir. Ve bu türden olan işin içerisinde kasıt olmadığı sürece kezib zemmedilmeyeceği gibi günah da olmayacaktır. Asıl haram kılınan ve sahibi zemme müstehak olan kezib kasti olarak söylenen ve gerçekle örtüşmeyen kezibtir. İşte, hem dinde ve hem de insanlar arasında ayıplanıp kınanan ve mümin ahlakıyla asla bağdaşmayacağı ifade edilen yalan da budur.
Salih ve zahit insanların uydurma hadis nakletmesi de bu verdiğimiz tasifin birinci şıkkı bağlamında değerlendirileceği için onlar bu konuda zemmedilmezler. Onlardan hiç birisi bunu kasti olarak yapmadığından onlar mazurdurlar. Bunun için İmam Müslim “ Yalan lisanlarına dolaşır ancak onlar bunu kastetmezler” ifadesiyle bu durumu özetlemiştir.[48] Bir kısımları da insanları belli amellere teşvik etme kastıyla hadis uydurmanın sevap bir iş olacağı zannıyla bu işi yapmışlardır. Sözgelimi, hadis uydurmasıyla meşhur Abdullah b. Misver’e bu konuda uyarı ve ikaz babında bir şey denildiğinde “Bunda ecir vardır” şeklinde mukabelede bulunurmuş.[49]
Karşılığında sevap beklenilerek uydurulan hadislerden biri de sürelerin fedâiliyle ilgili olanlardır. Hâkim’in rivayetine göre bu hadisleri uyduran Ebu Asame Nuh b. Ebî Meryem’e “İkrime- İbn Abbas yoluyla rivayet ettiğin Kur’an’ın süre süre faziletleriyle ilgili bu hadisler nereden geliyor? İbn Abbas (r.a)’ın ashabının yanında bu yok?” denildiğinde o “İnsanların Kur’an’an yüz çevirip Ebu Hanife’nin fıkhı ve İbn İshak’ın Meğazi’siyle meşgul olduklarını görünce Allah için bu hadisi ben uydurdum” cevabını vermiştir. Bundan dolayı bu zata “Cami/toplayan Nuh” denilmiştir. İbn Hibban bu zat için “Doğrudan başka her şeyi topladı” demiştir.[50]
Aynı şekilde İbn Mehdi’de Meysere b. Abdi Rabbih’ e “falanca süreyi veya ayeti okuyana filan sevap var” şeklindeki hadisleri nereden rivayet ettiğini sorduğunda “İnsanları bunları okumaya teşvik için onları ben uydurdum” demiştir. Adı verilen Meysere, takva ve zühtte ileri seviyede olup Dünya ve lezzetlerinden yüz çeviren bir kişiliktir. Vefat ettiğinde Cenaze namazı için Bağdat’ın sokakları dolmuştu. Vefatı anında kendisine “(Allah’ın sana iyi muamelede bulunacağına dair) zannın güzel olsun” denildiğinde “Nasıl iyi zan etmeyeyim ki? Ali (r.a) ’nin hakkında yetmiş hadis uydurdum” demiştir.[51]
Davud en-Nehaî, gündüzleri saim geceleri kaim olan bir zat olmasına rağmen hadis uydurmuştur. Ebu Bişr Ahmed b. Muhammed el-Mervezî, zamanının sünnete en müteaassıp bağlılarından ve onu en çok müdafaa edenlerindendir. Bununla birlikte o da hadis uyduranlar arasında yer almıştır.[52]
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz: Bir insanın ehl-i ibadet ve takva olması nasıl ki tıp, biyoloji, matematik, Coğrafya gibi alanlarda mütehassıs olmasını gerektirmiyorsa hadis ve isnat alanında da mahir olmasını iktiza etmez. Bundan daha doğal olan bir şey de yoktur. Gördüğümüz gibi bu büyük insanlar büyük günah olduğunu[53] bile bile hadis uydurmamışlar bilakis bunu bir hayra teşvik ameliyesi olarak görmüşlerdir. Tekraren ifade edelim ki; gerek niyetleri hasebiyle ve gerekse mütehassıs olmadıkları alanla ilgili davranışları sebebiyle onlar bu konuda mazurdurlar. Ancak, daha sonra bu sahanın uzmanları taşları bir bir yerlerine koymuşlar ve bizlere hangi konuda neyden nasıl istifade etmemiz gerektiğini öğretmişlerdir. Selef’ten halefe tarihten bu yana işleye gelen usul de bu olmuştur. Söz gelimi İmam Malik’in şu sözü tam da bu usulü ortaya koyar niteliktedir: “
“Muhakkak bu ilim dindir. Öyleyse dininizi kimden aldığınıza iyi bakın! (Mescidi Nebevinin sütunlarını işaret ederek) Muhakkak ben şu sütunların yanında “Resulüllah ﷺ şöyle dedi” diyen yetmiş kişiye rastladım ama hiçbirisinden hadis almadım. Şayet bu kimseler beytul mala vazifeli olarak konulacak olsalar güvenilir idiler. Ancak onlar bu sahanın ehli değildiler.[54] Görüldüğü gibi İmam Malik, hadis almadığı kişilerin gayet güvenilir ve takva ehli kişiler olduğunu kendisi ikrar etmektedir. Ancak bu özelliklerini onlardan hadis alınmasından ayırmaktadır. Ve güvenilir olmanın hadis sahasında ehil olma anlamına gelmediğini bizatihi kendisi tasrih etmektedir.
Seleften Abdullah b. Mübarek’in anlattığı şu hadise de konumuza ışık tutmaktadır: Süfyan es-Sevri’ye “Abbad b. Kesir halini bildiğin bir adamdır. (Yani ne denli zahit ve takva olduğunu biliyorsun. Ö.F.K) Ancak rivayet ettiğinde büyük bir iş meydana getiriyor. (Yani uydurma hadisler naklediyor) İnsanlara ondan hadis almayın dememi uygun görür müsün?” dedim o da bana “evet” dedi. Abdullah b. Mübarek der ki; bu olaydan sonra bir mecliste Abbad b. Kesir’in adı geçtiğinde dini konusunda ona övgülerde bulunur ve “ondan hadis almayın” derdim.[55]
(Devam edecek)
ÖMER FARUK KORKMAZ----------------------------------[42] Bu ifadeden “muhaddislerin öğrendikleri hadisle amel etme gibi bir vazifeleri yahut adetleri olmadığı” anlaşılmamalıdır.[43] Bkz. Abdullah Siracuddin, “Şerhu’l-Manzumeti’l-Beykûniyye”, 200-1, Mektebetu Dâri’l-Felah, Halep, Mahmut Tahhân, “Teysiru Mustalahi’l-Hadîs”, s. 112 vd. Mektebetu’l-Maarif, Riyat, 2011, B.XI[44] Emir San’ânî, “Tavdîhu’l-Efkâr”, II/70 el-Mektebetu’s-Selefiyye, Medine-i Münevvere[45] Bkz.en-Nevevi, “Et-Takrib ve’t-Teysir”, s. 47 Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1985 B.1 [46] Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 44,[47] Mübarekfûrî, “Tuhfetu’l-Ahvezî”, I/509, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan[48] Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 45[49] İbn Hacer el-Askalânî, “Lisanu’l-Mîzân”, III/360, Dairetu’l-Me’ârifi’n-Nizamiyye, Hindistan, 1986, B.III[50] Celalettin es-Suyûtî, “Tedribu’r-Râvî”, s. 236, Daru’l-Hadis, Kahire, 2004[51] Suyûtî, “a.g.e.”, a.y[52] Suyûtî, “a.g.e.”, a.y[53] Zehebi, “el-Kebâir”, s. 79, Daru’l-Erkam, Beyrut-Lübnan[54] İbn Abdilber, “et-Temhîd”, I/67, Müessesetu’l-Kurtuba[55] Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 41
Hadis tarihi incelendiğinde tasavvuf meşrepli büyüklerle hadisle iştiğal eden ulemamız arasında bir takım anlaşmazlıklar olduğu görülecektir. Amel konusunda ileri seviyede olan selef içerisindeki salih insanlar, Hz. Peygamber ﷺ’in söylediğini duydukları her sözü hüsnü zanlarına binaen hadis olarak algılamışlar ve kendi ihtisas alanları olan “amel etme” boyutuyla ilgilenmişlerdir. Evet, o büyüklerimizin alanı amel etmektir ve onlar bu konuda normal bir beşerin takatini dahi aşacak seviyeye ulaşmışlardır. Hadisin isnadını sorgulamak ise muhaddislerin işidir. Onların da ihtisas alanı budur.[42]
Bizim bu noktada öncelikle şunu belirlememiz lazım: Bir insanın amelinin ve zühdünün çok olması onun her alanda mahir ve mütehassıs olmasını iktiza etmez. Bunun aksini düşünmek tabiat ve fıtrata ters bir şeydir. Söz gelimi, hasta olduğumuzda bizi tedavi edecek olan mahir bir doktorun yanında şifamızı aramamız neyse her hangi bir hadisin sıhhatiyle ilgili bir müşkilimiz olduğunda bu istifhamımızın cevabını da bir hadisçinin eserinde aramamız odur. Bu da bir nevi bu konudaki cehalet marazımızın tedavisinden ibarettir. Aksi tutum sergilememiz kalenin sadece bir yanında sıkı güvenlik önlemleri alıp yine bizim olan bu muhkem yapının faklı bir cephesinde nöbet tutan muhafızlarımızı kendi ellerimizle katlederek düşmanın kolayca içeriye girmesini sağlamaktan öteye geçmez.
“Hadisçiler ne anlar bu işten yahut herkes her şeyi bilecek değil” gibi söylemlerle muhaddisler için söylediğimiz tarizkâr cümleler inanın bizi zayıflatmaktadır. Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız gibi hadisçiler bizlerin Hz. Peygamber ﷺ’in kendisine yalan uyduranlarla ilgili tehditlerine düçar olmamamız için gayret etmişlerdir. Onların gayreti, bu dini asr-ı saadetteki özlüğüyle muhafaza edebilmek ve bir beden mesabesinde olan bu İslam bünyesinin içerisine en ufak bir bidat mikrobunun bulaşmaması için çaba sarf etmekten ibarettir.
Bütün bunlara rağmen her ikisi de bu din için önemli bir vazifeyi üstlenmiş olan mutasavvıflar ve muhaddisleri ayrı dünyaların insanları gibi göstermek, bir bedende hayati vazifeleri üstlenmiş beyinle kalbi ayrı bedenlerin organları gibi göstermekten farksızdır. Zerruk’ tan da yukarıda naklettiğimiz gibi yapmamız gereken şudur: tefsiri müfessirden, hadisi muhaddisten, tasavvufu mutasavvıftan, fıkhı fakihten, kelamı mütekellimden almak.
[Zahidler ve hadis uydurma faaliyetleri]
Tarihin farklı kesimlerinde muhtelif sebeplerde hadis uydurma faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Kimileri mezhebini teyit etmek, İslam’a saldırmak, için hadisler uydururken kimileri de iğrab/insanları şaşırtacak cinsten haberler üretme gayesiyle hadisler uydurmuşlardır. Bazı kesimler de şöhret maksadıyla bu işe kalkışmışken diğer bazıları da bu işi bir ekmek teknesi olarak kullanmışlardır.[43] Mehdi Abbâsi döneminde asılarak öldürülen Abdülkerim b. Ebi’l-Avcâ, Halid b. Abdillah el-Kasrî’nin öldürüp yaktığı Eban b. Sem’ân en-Nehdî gibileri bunlardan sadece bir iki tanesidir.[44]
İmam en-Nevevi, Zühde nispet edilen kimselerin hadis uydurmasının “vaz’” türünün en zararlısı olduğunu söyler. Zira böyle kimselerin uydurdukları hadislerin kendilerine duyulan güvenden dolayı anlaşılması kolay olmamaktadır.[45] İnsanlar, onlara olan güvenlerinden dolayı kendilerinden hadis olduklarını duydukları sözleri incelemeye tabi tutmaksızın Peygamber ﷺ’e nispet etmekte tereddüt etmemektedirler. Bunun için büyük Muhaddis Yahya b. Sâid el-Kattân (r.a) “Salihlerin hadisten daha çok başka bir konuda yalancı olduklarını görmedik” demiştir.[46] Ve bundan dolayı ameliyle zühdüyle ön safhada olup bununla birlikte münker rivayetleri çokça nakletmesiyle meşhur olan el-İfrîkî gibileri cerh tadil ilminde “zayıf” olarak nitelendirilmiştir.[47]
Bu noktada şunun da üzerinin çizilmesi gerekir: Arapçasını “kizb yahut kezib olarak telaffuz ettiğimiz ve Türkçeye de “yalan”olarak çevirdiğimiz eylemi şu şekilde kısımlandırmamız gerekmektedir: Mutlak manada “kezib” dediğimiz şey bir sözün vakıa mutabık olmamasıdır. Yani bir insan bir şeyi iddia ediyorsa ve bu iddiası gerçeği yansıtmıyorsa buna “kezib/yalan” denir. Buraya kadar tarif ettiğimiz kezib genel anlamdaki kezibtir. Ve bu türden olan işin içerisinde kasıt olmadığı sürece kezib zemmedilmeyeceği gibi günah da olmayacaktır. Asıl haram kılınan ve sahibi zemme müstehak olan kezib kasti olarak söylenen ve gerçekle örtüşmeyen kezibtir. İşte, hem dinde ve hem de insanlar arasında ayıplanıp kınanan ve mümin ahlakıyla asla bağdaşmayacağı ifade edilen yalan da budur.
Salih ve zahit insanların uydurma hadis nakletmesi de bu verdiğimiz tasifin birinci şıkkı bağlamında değerlendirileceği için onlar bu konuda zemmedilmezler. Onlardan hiç birisi bunu kasti olarak yapmadığından onlar mazurdurlar. Bunun için İmam Müslim “ Yalan lisanlarına dolaşır ancak onlar bunu kastetmezler” ifadesiyle bu durumu özetlemiştir.[48] Bir kısımları da insanları belli amellere teşvik etme kastıyla hadis uydurmanın sevap bir iş olacağı zannıyla bu işi yapmışlardır. Sözgelimi, hadis uydurmasıyla meşhur Abdullah b. Misver’e bu konuda uyarı ve ikaz babında bir şey denildiğinde “Bunda ecir vardır” şeklinde mukabelede bulunurmuş.[49]
Karşılığında sevap beklenilerek uydurulan hadislerden biri de sürelerin fedâiliyle ilgili olanlardır. Hâkim’in rivayetine göre bu hadisleri uyduran Ebu Asame Nuh b. Ebî Meryem’e “İkrime- İbn Abbas yoluyla rivayet ettiğin Kur’an’ın süre süre faziletleriyle ilgili bu hadisler nereden geliyor? İbn Abbas (r.a)’ın ashabının yanında bu yok?” denildiğinde o “İnsanların Kur’an’an yüz çevirip Ebu Hanife’nin fıkhı ve İbn İshak’ın Meğazi’siyle meşgul olduklarını görünce Allah için bu hadisi ben uydurdum” cevabını vermiştir. Bundan dolayı bu zata “Cami/toplayan Nuh” denilmiştir. İbn Hibban bu zat için “Doğrudan başka her şeyi topladı” demiştir.[50]
Aynı şekilde İbn Mehdi’de Meysere b. Abdi Rabbih’ e “falanca süreyi veya ayeti okuyana filan sevap var” şeklindeki hadisleri nereden rivayet ettiğini sorduğunda “İnsanları bunları okumaya teşvik için onları ben uydurdum” demiştir. Adı verilen Meysere, takva ve zühtte ileri seviyede olup Dünya ve lezzetlerinden yüz çeviren bir kişiliktir. Vefat ettiğinde Cenaze namazı için Bağdat’ın sokakları dolmuştu. Vefatı anında kendisine “(Allah’ın sana iyi muamelede bulunacağına dair) zannın güzel olsun” denildiğinde “Nasıl iyi zan etmeyeyim ki? Ali (r.a) ’nin hakkında yetmiş hadis uydurdum” demiştir.[51]
Davud en-Nehaî, gündüzleri saim geceleri kaim olan bir zat olmasına rağmen hadis uydurmuştur. Ebu Bişr Ahmed b. Muhammed el-Mervezî, zamanının sünnete en müteaassıp bağlılarından ve onu en çok müdafaa edenlerindendir. Bununla birlikte o da hadis uyduranlar arasında yer almıştır.[52]
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz: Bir insanın ehl-i ibadet ve takva olması nasıl ki tıp, biyoloji, matematik, Coğrafya gibi alanlarda mütehassıs olmasını gerektirmiyorsa hadis ve isnat alanında da mahir olmasını iktiza etmez. Bundan daha doğal olan bir şey de yoktur. Gördüğümüz gibi bu büyük insanlar büyük günah olduğunu[53] bile bile hadis uydurmamışlar bilakis bunu bir hayra teşvik ameliyesi olarak görmüşlerdir. Tekraren ifade edelim ki; gerek niyetleri hasebiyle ve gerekse mütehassıs olmadıkları alanla ilgili davranışları sebebiyle onlar bu konuda mazurdurlar. Ancak, daha sonra bu sahanın uzmanları taşları bir bir yerlerine koymuşlar ve bizlere hangi konuda neyden nasıl istifade etmemiz gerektiğini öğretmişlerdir. Selef’ten halefe tarihten bu yana işleye gelen usul de bu olmuştur. Söz gelimi İmam Malik’in şu sözü tam da bu usulü ortaya koyar niteliktedir: “
“Muhakkak bu ilim dindir. Öyleyse dininizi kimden aldığınıza iyi bakın! (Mescidi Nebevinin sütunlarını işaret ederek) Muhakkak ben şu sütunların yanında “Resulüllah ﷺ şöyle dedi” diyen yetmiş kişiye rastladım ama hiçbirisinden hadis almadım. Şayet bu kimseler beytul mala vazifeli olarak konulacak olsalar güvenilir idiler. Ancak onlar bu sahanın ehli değildiler.[54] Görüldüğü gibi İmam Malik, hadis almadığı kişilerin gayet güvenilir ve takva ehli kişiler olduğunu kendisi ikrar etmektedir. Ancak bu özelliklerini onlardan hadis alınmasından ayırmaktadır. Ve güvenilir olmanın hadis sahasında ehil olma anlamına gelmediğini bizatihi kendisi tasrih etmektedir.
Seleften Abdullah b. Mübarek’in anlattığı şu hadise de konumuza ışık tutmaktadır: Süfyan es-Sevri’ye “Abbad b. Kesir halini bildiğin bir adamdır. (Yani ne denli zahit ve takva olduğunu biliyorsun. Ö.F.K) Ancak rivayet ettiğinde büyük bir iş meydana getiriyor. (Yani uydurma hadisler naklediyor) İnsanlara ondan hadis almayın dememi uygun görür müsün?” dedim o da bana “evet” dedi. Abdullah b. Mübarek der ki; bu olaydan sonra bir mecliste Abbad b. Kesir’in adı geçtiğinde dini konusunda ona övgülerde bulunur ve “ondan hadis almayın” derdim.[55]
(Devam edecek)
ÖMER FARUK KORKMAZ----------------------------------[42] Bu ifadeden “muhaddislerin öğrendikleri hadisle amel etme gibi bir vazifeleri yahut adetleri olmadığı” anlaşılmamalıdır.[43] Bkz. Abdullah Siracuddin, “Şerhu’l-Manzumeti’l-Beykûniyye”, 200-1, Mektebetu Dâri’l-Felah, Halep, Mahmut Tahhân, “Teysiru Mustalahi’l-Hadîs”, s. 112 vd. Mektebetu’l-Maarif, Riyat, 2011, B.XI[44] Emir San’ânî, “Tavdîhu’l-Efkâr”, II/70 el-Mektebetu’s-Selefiyye, Medine-i Münevvere[45] Bkz.en-Nevevi, “Et-Takrib ve’t-Teysir”, s. 47 Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1985 B.1 [46] Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 44,[47] Mübarekfûrî, “Tuhfetu’l-Ahvezî”, I/509, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan[48] Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 45[49] İbn Hacer el-Askalânî, “Lisanu’l-Mîzân”, III/360, Dairetu’l-Me’ârifi’n-Nizamiyye, Hindistan, 1986, B.III[50] Celalettin es-Suyûtî, “Tedribu’r-Râvî”, s. 236, Daru’l-Hadis, Kahire, 2004[51] Suyûtî, “a.g.e.”, a.y[52] Suyûtî, “a.g.e.”, a.y[53] Zehebi, “el-Kebâir”, s. 79, Daru’l-Erkam, Beyrut-Lübnan[54] İbn Abdilber, “et-Temhîd”, I/67, Müessesetu’l-Kurtuba[55] Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 41
Yazar: Ehli Sünnet Vel Cemaat Müdafaa
0 yorum:
Yorum Gönder