Featured Posts

MEVZU HADİSLER KONUSUNDAKİ TUTUMUMUZ (1)

“Usul-i Hadis” yahut “Mustalahu’l-Hadis” dalının incelediği bir mesele olan “Uydurma” hadisler konusu, hakkında cüzafen konuşulan cümlelerden çok daha mühim ve dikkate alınması gereken bir mevzudur. Her şeyden önce mevzu bahis yapılan Hz. Peygamber ﷺ dir ve ona isnat edilen bir sözdür. Bizler bu yazıda Uydurma hadis konusunda ehl-i sünnet âlimlerin bakış açısını nakledecek ve bununla da müstakim tutumun takipçileri olma gayretini güdeceğiz.


Konuya girmeden önce Efendimiz ﷺ’in bu konudaki tehdit içeren hadislerini zikredip peşi sıra, ekseninde konuşacağımız konumuzu tespit edelim:

I. Kim benim üzerime kasıtlı olarak bir yalan uydurursa Cehennem ’de oturacak yerini hazırlasın! [1]

II. Kim benim söylemediğim bir şeyi bana nispet ederse Cehennem’de oturacak yerini hazırlasın![2]

III. Bana yalan nispet etmek başkasına nispet etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime kasıtlı olarak yalan uydurursa Cehennem ‘de oturacağı yeri hazırlasın![3]

IV. Kim yalan olduğunu -zan derecesinde de olsa- bildiği halde benden bir hadis aktarırsa o iki yalancıdan birisidir.[4]

Buraya kadar aktardıklarımız bizatihi Hz. Peygamber ﷺ’in söylemediği bir sözü kendisine nispet etmenin ne denli büyük bir tehdide düçar olmak anlamına geleceğini kendi dilinden haber vermekten ibaret. Böyle bir tehdide önlem almak içindir ki; es-Sehavi, “Elfiye” şerhinde Mevzu hadis tarif edilirken kullanılan “el-kezib”, “el-muhtelak”, “el-masnu’” şeklinde üç aynı anlamı taşıyan kelimelerin kullanılış sebebinin bu şekildeki bir rivayetten nefret ettirme amaçlı olduğunu söyler.[5]

[Konumuz ne?]

Bu konudan bahsederken her şeyden evvel bir konu tespiti yapmak gerektiği kanaatindeyim. Konumuz Peygamber ﷺ’e nispet edilen sözün her hangi bir hikmeti haiz olup olmadığıyla ilgili değil. Bu sözün çok güzel bir söz olup olmaması ve bu nedenle Hz. Peygamber ﷺ’e yakışır bir söz olup olmadığıyla da ilgili değil. Bilakis bizim bu noktada konuşmamız gereken husus şudur: Naklettiğimiz bu söz Fahr-i Kâinât Efendimiz ﷺ ’in mübarek iki dudaklarının arasından çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır? Konumuz bu. Ve bizler zihnimizdeki istifhamlara da bu konu çerçevesinde cevap aramak durumundayız.

Bu sorunun cevabını pek tabii olarak isnat ilminde aramalıyız. İlmin, iz’anın ve insafın gereği de budur zaten. Zerruk bu konuyla ilgili şöyle der “Kavaidu’t-Tasavvuf” unda: “Her şeyin ilmi ancak erbabından alınır. Fıkha vukufiyetiyle bilinmeyen bir sûfiye fıkıh ilminde itimat edilmez. Hiçbir fakihe de tasavvufta itimat edilmez. Şayet o konuda da mahareti bilinirse müstesna. Hadisçiye de – bunlarda da ehil olduğu bilinmedikçe- bu iki ilim konusunda itimat edilmez. Bir tasavvuf müridine lazım gelen Fıkhı fıkıhçılardan öğrenmesidir. Tarikat ehline ancak iç dünyasının iflahı için müracaat etmelidir. [6]

Bütün ehl-i ilmin de kabulle telakki edip “Alanının dışında konuşan bir kimse o sahada avam-ı nastan sayılır” şeklindeki sözleriyle kaideleştirdikleri bu mühim düstur üzerinden hareket edelim bizler de. Öyleyse soru şudur: Bir sözün Hz. Peygamber ﷺ’ e ait olup olmadığını belirleyen kriterler nedir? Bizler hadis diye bildiğimiz bir sözün Efendimiz ﷺ’e aidiyetini neyle tespit edeceğiz?

[Mevzu hadisin tesbiti]

Mevzu olan bir hadisin [7] Hz. Peygamber ﷺ’e herhangi bir aidiyet taşımadığını belirleyecek olanlar muhaddisler ve isnatçılardır. Bu ameliyeyi yerine getirecek olan muhaddisler kendilerinde kavi meleke bulunan, isnat ve hadis ilmine ıttılaı tam olan, zihni keskin, anlayışı kuvvetli ve mevzu hadis alametlerini pekiyi bilen kimselerdir. [8]

Hadis ve sünnet bekçileri şeklinde niteleyebileceğimiz muhaddisler, rivayetleri senet ve metin açısından incelemeye tabi tutarak sıhhat ve zaaf ayrımına tabi tutarlar. Bunu yaparken de bazı hadislerin Hz. Peygamber ﷺ ’e ait olmadığını belirterek rivayetler arasında ret ve kabul açısından bir ayıklama yaparlar.

Mevzu hadis tespit edilirken elbette ki belli emareler üzerinden gidilir ve varılan sonuç katiyet ifade etmez. Zan ifade eden bir ilim derecesiyle hadisin uydurma olduğu kanaatine varılır. [9] Şu halde biz bu mahalde iki tür ihtimalden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi “ihtimal-i aklî”, diğeri “ihtimal-i vakıî”dir. Aklî ihtimal (yahut cevaz), her hangi bir emare ve alamet üzerinden hareket etmeksizin mücerret aklın ihtimallendirmesine tabi olmaktır. Bu ihtimalin ilim ifade etmesi açısından hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Zira aklın sahası olur olmaz her şeye ihtimal verecek kadar geniştir. Söz gelimi; aklen yıkılmaya ihtimallidir diye sağlam bir duvarın altından kaçan bir insanı yahut aklen bu yemekte zehir olma ihtimali vardır diyerek önündeki yemeği yemeyen bir kişiyi etrafındaki insanlar kınarlar. Ve bu kınamalarında da haklıdırlar. Çünkü ortada bu ihtimalleri değerlendirebilecek en ufak bir karine/gösterge yoktur.[10] Bunlar kuru düşence olmaktan öte geçemeyecek batıl hayallerdir.

İnsanlar ve âlimler katında muteber olan ihtimal-i vakıîdir. Bunun için yıkılmaya meyilli bir duvarın altından kaçanı yahut içerisinde zehir olduğuna yönelik alamet bulunan bir yemeği yemekten sakınanı yanındakiler kınamazlar. Çünkü ortada elle tutulur ve gözle görülür bir karine/gösterge vardır. İşte, muhaddislerin her hangi bir rivayete mevzu demesini de böyle anlamak gerekir.[11]

Hadisçi, tetkik ettiği nakille ilgili ne kadar ihtimal varsa onların eşliğinde hadis hakkındaki hükmünü verir. Ve bu ihtimal vakıî bir ihtimaldir. Somuttur ve ortadadır. Öyleyse bundan sonra yapılacak olan iş, şayet bu hadisle ilgili ihtimal-i vakıî olarak değerlendirebileceğimiz somut bir delil bulunabilirse ortaya konulup hadis hakkında farklı bir kanaat ortaya koymak olabilir. Bir muhaddisin “mevzu” dediği bir rivayetin aslını bularak “sabit”olduğunu ispat etmek gibi.

Lakin hadisçilerin mevzu deyip de Hz. Peygamber’e ait olduğuna yönelik her hangi bir delil bulunmayan bir hadis için “nasıl olsa bunun mevzuluğu yüzde yüzlük bir ilimle sabit olmuş değil, halen daha Peygamber ﷺ’e ait olma ihtimali vardır” diyerek hareket etmek hiçbir şeyle bağdaştırılamayack kadar absürt ve saçmadır. Çünkü, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi işi aklî ihtimal çerçevesinde değerlendirecek olursak her şeyin her şeye ihtimalli olmasından bahsedilebilir. Mesela; bu mantık üzerinden gittiğimizde Allah Resulüﷺ ’ne ait olduğunu söylediğimiz sahih bir rivayetin de ona ait olmama ihtimali vardır diyerek bu rivayeti aktarmamızın yine yukarıda naklettiğimiz tehditkâr hadislerin vaidine çarptırılmamız anlamına geldiğini söyleyebilir miyiz?

[Neden illâ isnat?]

Üzerine bir takım akaidimiz ve ibadatımızı bina ettiğimiz esasları asıllarına irca etme vazifesini gören isnat, asırlar boyu bütün ümmet tarafından dinin selameti açısından olmazsa olmaz bir muhafız olarak görülmüştür. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber ﷺ’in de haber verdiği üzere [12] her dönemde sünneti muhafaza ederek dini bidatlerden koruyacak âlimler göndermiştir. Bunun için İmam Darekutnî “Ey Bağdat ahalisi! Ben sağken birinizin Resulüllah ﷺ’a yalan iftira edebileceğinizi sanmayın!” demiştir.[13] İbn Huseym de “ Hadisi bilebileceğin gündüzün aydınlığı gibi bir aydınlık vardır. Ve kendisini inkâr edebileceğin gecenin karanlığı gibi bir karanlık vardır.” Demektedir.[14] Aynı şekilde İbnu’l-Cevzî’de “Münker hadise karşı çoğu zaman ilim talebesinin tüyleri ürperir ve kalbi burkulur” demiştir.”[15]

Ebubekir Muhammed b. Hanbel’in şu sözü manidardır: Bana ulaşan habere göre Allah Teâlâ şu üç şeyi özellikle bu ümmete mahsus kılmıştır: İsnat, ensab ve i’rab…[16] İbn Hazm’ın da belirttiği gibi; her bir râvinin rivayet ettiği kişinin ismini ve nesebini zikrederek hadisi ta Hz. Peygamber’e muttasıl bir senetle vasletmesi Allah (Azze ve Celle)’ın bu ümmete mahsus kıldığı bir fazıldır. Bu ravilerin her birisinin ismi, hali mahfuz olup yaşadığı zaman ve mekân kayd-u rapt altına alınmıştır. Allah böyle bir üstünlüğü ümmet-i Muhammed’e bahşetmiş ve bu vesileyle kelimeler üzerindeki en ufak zelleler dahi kavranabilmiştir.[17] Bundan dolayı Süfyan es-Sevrî “İsnat müminin silahıdır. Silahı olmazsa neyle savaşacak” demiş, Yezid b. Zurey’ de “Her dinin süvarileri ve kahramanları vardır. Bu dinin kahramanları da hadis ashabıdır” demiştir.[18]

İsnadın dinde bu denli bir mevkii haiz olması dolayısıyladır ki; Abdullah b. Mübarek: İsnatsız bir şekilde din işini sorgulayan kimse, merdivensiz tavana çıkmaya çalışan gibidir” [19] demiştir. Yine “Muhakkak ki; İsnat dindendir. Şayet isnat olmasaydı dileyen dilediğini söylerdi”[20] sözü de ona aittir. İsnat sormak aynı zamanda sahabenin de işleye geldiği bir ameliyedir.[21] Hatta Hulefa-i Raşidîn’in sünnetinden olması dolayısıyla [22] Hz. Peygamber ﷺ’in ittiba etmekle emrettiği şeyler arasında dahi sayılabilir.

[Selef ve isnat sorma hadisesi]

Bir hadisin isnadını sormak aynı zamanda bunun Hz. Peygamber ﷺ’e aidiyetini sorgulamak anlamına tekabül edeceği için mezmum bir iş değildir. Bilakis selefin ameli de böyledir. Zira rivayet edilen şey hadis olup normal bir beşerin kelamı olmadığı için bununla din sabit olacaktır. Öyleyse böyle bir rivayetin sübûtî açıdan incelemeye tabi tutulması kadar doğal bir şey yoktur.

Şu iki hadise bu konuya çok da güzel ışık tutmaktadır: Ebu Said el-Hudrî anlatır: Biz Ubey b. Ka’b (Radıyallahu Anh)’ın yanında bir meclisteyken Ebu Musa el-Eş’ari asasıyla çıkıp geldi ve durup “Allah için söyleyin! İçinizden Hz. Peygamber ﷺ’i “İzin istemek üç keredir. İzin verilirse (girersin) yoksa geri dönersin” dediğini işiteniniz var mı?” diye sordu. Ubeyy dedi ki; Ne oldu (ki bunu soruyorsun)? Bunun üzerine Ebu Musa şöyle dedi: “Dün Ömer b. Hattab (Radıyallahu Anh)’ın yanına girmek için üç kez izin istedim ve bana izin verilmediğini görünce geri döndüm. Sonra (ertesi gün) ona gelip bu durumu haber verdiğimde bana “Biz seni işittik. Ancak o anda bir meşguliyet içreydik. Sana izin verilinceye dek destur isteseydin ya” dedi. Ben de “Resulullah ﷺ’tan duyduğum gibi izin istedim” dedim. Bu söz üzerine bana “ Bu söylediğin üzere şahit getir yoksa canını yakarım” dedi. Ubey (b. Ka’b) dedi ki; “Seninle birlikte yaş açısından en küçüğümüzden başkası gelmez.” (Bu olayı nakleden) Ebu Said dedi ki; (Ubey b. Ka’b bana) Kalk ey Ebu Said” dedi. Ben de kalktım ve Ömer (Radıyallahu Anh)’e giderek şahitlikte bulundum.”[23]

Görüldüğü gibi bu hadisede bir hadis nakledilmektedir. Ve hadisi nakleden kişi de bu ümmetin en şerefli topluluğunun içerisinde bir nefer olan ve Allah Resulü ﷺ’nün birçok methiyesine mazhar olmuş yüce sahabî Ebu Musa el-Eş’arî’dir. Nakledilen hadis de âdab-ı şeriye anlamında güzel bir fiil olup yapılmasıyla her hangi bir şey kaybettirecek cinsten değildir. Ancak bunların hiçbirisi bu mahalde mevzu bahis yapılacak olan şeylerden değildir. Burada mevzu şudur: Söz güzel bir söz olabilir. İnsanlara güzel bir edebi öğretiyor olabilir. Ancak bu sözü Hz. Peygamber ﷺ söylemiş midir, söylememiş midir? Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)’in tepkisi ve tehdidi de buna yöneliktir. Çünkü bu konudaki tehdidi nakledenlerden biri de odur zaten.[24]

İbrahim b. İsa et-Tâlekânî şöyle dedi: Abdullah b. Mübarek’e “ Ey Ebu Abdirrahman! Kulağımıza gelen şöyle bir hadis var: Şüphesiz kendi namazınla anne babana da namaz kılman, orucunla onlar için de oruç tutman iyilik üstüne iyilik kabilindendir” dedim. Bunun üzerine Ebu Abdullah: “Bu hadis kimdendir?” dedi. “Şihab b. Hiraş” tandır dedim. “Sikadır, peki o kimden almış?” dedi. “Haccac b. Dinar’dan” dedim. “O da mevsuktur, ya o kimden almış” dedi. “Resulüllah ﷺ buyurmuş” dedim. Bunun üzerine bana “Ey Ebu İshak! Haccac b. Dinar’la Resulüllah arasında öyle (aşılmaz) çöller vardır ki, o çöllerde binek hayvanlarının (yürümekten) boyunları kopar” dedi.[25]

Müslim’in naklettiği bu hadisede de görüldüğü üzere selefin en meşhur alimlerinden Abdullah b. Mübarek’in Hz. Peygamber ﷺ’e ait olduğu söylenen bir rivayeti duyduğunda ilk işi isnadını sorgulamak olmuştur.

(Devam edecek)

ÖMER FARUK KORKMAZ----------------------------------
[1]Buhari, “Sahih”, Kitabu’l-İlim, 38, No: 110, Müslim, “Sahih”, Mukaddime 2, No: 4, Ebu Dâvud, “Sünen”, Kitâbu’l-İlim, No: 3653, Tirmizi, “Sünen”, Kitabu’l-İlim, No: 2659, İbn Mâce, “Sünen”, Mukaddime, No: 32, İbn Hibban, “Sahih”, Mukaddime 2, No: 31, Beyhaki, “es-Sünenu’l-Kübrâ”, No: 5827, Darimi, “Sünen”, Mukaddime, No: 231, Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, No: 584 [2]Buhari, “Sahih”, Kitabu’l-İlim, No: 109, Ali el-Muttakî, “Kenzu’l-Ummâl”, No:29170[3]Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, Buhari, “Sahih”, Kitabu’l-Cenaiz, No: 1229, Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 5, Beyhaki, “es-Sünenu’l-Kübra”, No: 7420[4]Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, No: 18266, Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No:1, Tirmizi, “Sünen”, Kitabu’l-İlim, No: 2662, İbn Hibbân, “Sahih”, Mukaddime, No: 29, İbn Mâce, “Sünen”, Mukaddime, No: 38, [5]Bkz. es-Sehavî, “Fethu’l-Muğis”, 2/98 Mektebetu Dari’l-Minhac, Riyad 1426 B.1[6]Ahmed b. Ahmed el-Mağribî Zerruk, “Kavaidu’t-Tasavvuf”, s. 88, Kaide: 61, Daru’l-Beyruti, Dımeşk, Suriye, 2005, B.I[7]Hadis kelimesinin bu şekilde, peygambere demediği bir şeyin nispet edildiği bir söze ıtlakının caiz olup olmadığı hususu ihtilaflıdır. Lakin Şeyh Zekeriyya el- Ensari, bu şekildeki bir rivayetin “hadis” şeklinde telaffuz edilmesine sebep olarak “onu rivayet edenin yanlış zannına binaen olması ve onun bu şekildeki uydurmalığını keşfetme yollarını bilmemiz “gibi bir takım sebepler zikretmektedir. (Bkz. “Fethu’l-Baki alâ Tabsırati’l Irakî,” 1/261, İbnu’s-Salah, “Mukaddime”, s.279 Kahire 1119 B. yok[8]İbn Hacer, “Nüzhetu’n-Nazar”, s. 89, Matbaatu’s-Sabah, Dımeşk, 2000, B.III, (Thk:Nurettin Itır) [9]Bu zan mevzuuyla ilgili İbn Dakik el-îd “Bir ravinin hadis uydurduğunu ikrar etmesi durumunda sözüne itibar edilmez. Çünkü bu sözünde de yalancı olma ihtimali vardır” sözü Zehebi gibilerce itiraza mahal olacak bir söz olarak telakki edilmiştir. Bkz. Zehebî, “el-Mukiza”, s. 37, Daru’l-Beşairi’l-islamiyye, Beyrut-Lübnan, 1425, B.VIII, İbn hacer ise onun bu sözüyle kastı “rivayet ettiği bu hadise “uydurma” diye hükmedilmez manasında değildir. Bu söz den maksat “katiyeti nefyetmektir, hükmü değil”. Demiştir. Nüzhetu’n-Nazar, (Ali el-Kari şerhiyle) s. 437 vd. [10]Bunun için bir tür ruh sağlığı bozukluğuna delalet eden “paranoya” diye bir hastalık mevcuttur.[11]Abdülfettâh Ebu Gudde, “er-Ref’u ve’t-Tekmîl talikatı”, s. 189-90, Daru’s-Selam, Kahire, 2009, B.IX[12]Taberânî, “Müsnedu’ş-Şâmiyyîn”, No: 599[13]Sehavî, “Fethu’l-Muğis”, I/303, Daru’l-İmami’t-Taberi, 1992[14]Sehâvî, “Fethu’l-Muğîs”, I/314-15, Hakim, “Ma’rifetu Ulûmi’l-Hadis”, s. 62[15]İbnu’l-Cevzî, “Mevdûât”, I/103, Ali el-Kari, “Şerhu şerh-i Nuhbeti’l-Fiker”, s. 436, Daru’l-Erkam, Beyrut-Lübnan[16]Hatib el-Bağdâdî, “Şerefu Ashâbi’l-Hadis”, s. 84, No: 69, Mektebetu İbn Teymiye, Kahire, 1996, B.I[17]İbn Hazm, “el-Fisal fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal”, II/81-82, Abdülfettah Ebu Gudde, “el-İsnad mine’d-Dîn”, s. 27, Daru’l-Kalem, Beyrut,1992, B.I[18]İbnu’l-Esir, “Camiu’l-Usûl”, I/109, Mektebetu’l-Halvânî, 1969. B.I[19]Ebu Gudde, “a.g.e.”, s. 19[20]Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 32[21]Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 19[22]Beyhaki, “el-Âdâb”, No: 210, İbn Hibbân, “Sahih”, No: 5810, İbn Hazm, “Haccetu’l-Vedâ’”, No: 403[23]Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 19[24]Tirmizi, “Sünen”, No: 2260[25]Müslim, “Sahih”, Mukaddime, No: 32
Paylaş: Google Plus

Yazar: Ehli Sünnet Vel Cemaat Müdafaa

    Blogger Yorumları
    Facebook Yorumları

0 yorum:

Yorum Gönder